Son Dakika: Gürbüz: “İnançlar Üzerinden Siyaset Yapmak Topluma Zarar Veriyor” *** Gelibolu’da Sessiz Yürüyüşle Güçlü Mesaj *** Dikkat! Mesajla Dolandırıcılık Uyarısı! *** Çanakkale Valiliği’nden Orman Yangını Uyarısı *** WhatsApp Haber Hattı: 05437951277

Rahmetli Annem’in Anısına

Yunanistan ve İsveç İzlenimlerim… Rahmetli Annem, milli şuuru açık bir Türk milliyetçisi, sezgileri ve refleksleri güçlü bir vatanseverdi. Beni ve kardeşlerimi 9 ay 10 gün boyunca karnında taşırken, kanından kan..

Rahmetli Annem’in Anısına
Yayınlanma: 106 Okuma

Yunanistan ve İsveç İzlenimlerim…

Rahmetli Annem, milli şuuru açık bir Türk milliyetçisi, sezgileri ve refleksleri güçlü bir vatanseverdi.

Beni ve kardeşlerimi 9 ay 10 gün boyunca karnında taşırken, kanından kan ve canından can vererek nasıl ki, genetiğini bizlere aktarmışsa; işte bu milli duygu ve düşüncelerini de hayatı boyunca biz evlatlarına aktarmaya çalıştı.

Damarlarında Asil Türk kanı dolaşan her Türk evladı gibi, Annem de Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü çok sever ve çok sayardı. Daha ilkokul öğrenciliği sırasında bir milli bayramımızda okumuş olduğu “Ata, Şan Ata, Ata Kahraman Ata” şiirini bizlere okurken, yüreği yine kıpır kıpır olur, büyük bir heyecan duyar ve o körpecik kız çocuğu sanki yeniden canlanırdı. Tam 9 kıtalık şiiri, hiç şaşırmadan, tam bir milli şuur içerinde ve büyük bir coşkuyla okurdu. Türk ordusuna büyük bir şükran ve minnet duyan, Türk askerine karşı da derin bir sevgi besleyen, milliyetçi, devletçi, cefakar ve vefakar tam bir Anadolu kadınıydı.

Yaşı ilerledikçe hastalıkları da arttı! Erken yaşlarda başlayan ortopedik problemleri ve 2006 yılında başına gelen kalça kırığı probleminden sonra, henüz 60’lı yaşların başındayken tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu! Astım Bronşiti, hiper tansiyonu ve kalp yetmezliği de vardı. Kullandığı ilaç sayısı 13-14 civarındaydı.

Bütün bunlara rağmen O; pes etmek nedir bilmeyen, hayat ve enerji dolu bir Anadolu kadınıydı. Çok güçlü bir hafızaya, çok keskin ve kıvrak bir zekâya sahip olması onu, yürüyemese dahi bütün işlerin idaresinde ve içerisinde bulundurmaya yetiyordu. Öyle ki, evde arayıp bulamadığımız herhangi bir şeyin yerini biz ona sorardık ve o bilirdi.

Sürekli olarak bize yapıcı uyarılar yapar, bazen de kışkırtıcı söylemlerle bizi doğru yönde gayrete getirmeye çalışır, verdiği birçok güzel öğütle; çok daha bilinçli çalışkan ve başarılı olabilmemiz için önemli bir itici güç olurdu. Örneğin köyümüzdeki evin bahçesinde otururken, eğer o bahçede yapılacak temizlik, çapa, budama vs. bir iş varsa, o işi bitirmeden orada öylece oturamazdınız. Oldukça tez canlı, pratik düşünceli ve çözüm odaklı bir insandı. Baba ocağımızın direğiydi, bizi köydeki yuvamıza çeken bir mıknatıs gibiydi, kardeşler olarak hepimizi bir arada tutan çimentoydu. Bir evin ruhu olduğunu, ancak onu kaybedince anlamıştık.

Yaşı artık 80’e dayanan ve her geçen yıl biraz daha güçsüzleşen ve ayrıca birçok hastalıkla da baş etmeye çalışan sevgili annemin son aylarında gidip görmek istediği iki yer vardı. Birincisi Selanik’teki Atatürk’ün evi, diğeri ise en küçük kardeşimiz olan Sibel’in İsveç’teki evi…

Tabi ki, Türk Bilge Kağan’ın dediği gibi “Zamanı Tengri yaşar, kişioğlu hep ölümlü türetilmiş”. Fakat O Tengri’nin hangi kişioğluna ne kadar ömür biçtiğini de yalnızca Tengri bilir. Fakat, Annemin artık çok uzun yıllar, bizimle birlikte olmaya devam edemeyeceğini de hissediyordum.

Bu yüzden bismillah dedik ve hazırlıklara başladık. Vize başvuruları, pasaport işlemleri, uçak biletleri, gezi planları…

Derken o gün geldi. Önce Yunanistan’a, Selanik’e uçacağız. Orada kız kardeşim Sibel’le Yakışıklı ve güzel yeğenlerim Furkan ve Zuhal’le ve de saç fakiri ama gönül zengini sevgili eniştemiz Süleyman’la buluşacağız. O Süleyman ki, annemdeki yeri başkadır. Köydeki ev ve bahçe işlerinde hepimizden çok takdir gören tek kişi hep Süleyman’dır. Üç gün kadar Selanik’te tatil yapacağız, anneme Atatürk’ün evini ve Selanik’i gezdireceğiz ve daha sonra da hep birlikte Stockholm’e geçeceğiz. Daha önce İsveç’e gitmiştim. Ama Yunanistan’a ben de ilk defa gideceğim.

İşte şimdi okuyacağınız bu hikâye Annemle birlikte yaptığım son yolculuğun hikâyesidir.

Yunanistan’a gitmek…

Aslında biraz garip bir duygu

Ve insan biraz da endişe ediyor!

Düşünün bir kere, Mora isyanında vahşice öldürülen binlerce Türk, Balkan Savaşı’nda yaşananlar, Kurtuluş Savaşı’nda Türk insanına reva görülen eşi benzeri görülmemiş barbarlık, uygulanan büyük vahşet, yakmalar yıkmalar, alınan canlar ve arada oluşan büyük bir düşmanlık ve kin!

Endişe etmemek mümkün değildi.

Fakat gelin görün ki, kader beni ve annemi bu eski Türk Toprakları ile buluşturuyordu.

Ne olacaktı?

Nasıl bir toplumla karşılaşacak ve bilmem hangi sıkıntıları yaşayacaktık.

İşte bu endişeler ve karmaşık duygular içinde Selanik Makedonya Havalimanına iniş yaptık.

Tarih 28 Haziran 2024, günlerden Cuma idi. Şu Tevafuk’a bakın ki, THY uçuş numaramız da TK 1881’di.

Bir yandan acı hatıralarımızın olduğu ve bir yandan da çok özel tarih ve kültürel mirasımızın bulunduğu ve en az 400 yıl boyunca mayası Türk ile karılmış topraklardayız.

Mustafa Kemal’imizin, devletimizin kurucusu ve milletimizin kurtarıcısı Atatürk’ümüzün şehrindeyiz.

Annem yürüyemediği ve tekerlekli sandalyeye bağımlı bir hayat sürdüğü için havayolu ulaşımında kabin içi hizmetleri biriminden yardım istedik.

Türkiye’de bu tür işleri Türk Havayolları bünyesinde “Air Clinik” diye bir firma yürütüyor. Annem ve benzeri engelli kişileri uçağa bindirmek, indirmek, istediği yere kadar taşımak, refakat etmek ve yardımcı olmak gibi çok değerli ve insani bir faaliyeti yerine getiriyorlar. Üstelik bilet ücreti dışında herhangi bir ücret de ödemiyorsunuz. Bu faaliyeti her ülkenin havalimanlarında bulunan farklı birimler de, birbiriyle işbirliği yaparak yürütüyorlar. Normal tekerlekli sandalyeler ve yürüteçler uçak koridoruna sığmıyor, üstelik güvenlik gerekçesiyle uçağın içine de alınmıyor. Bu nedenle uçakların içinde kullanılabilen daha dar ebatlı özel ekipmanlar var, onları kullanıyorlar.

Doğrusunu söylemek gerekirse, işlerini gayet de iyi yapıyorlar.

İstanbul’dan ayrılırken kabin içi hizmetini Air Clinik Firması’nın nazik görevlileri verdiler ve bizi hiçbir sorun olmadan uçağımıza bindirdiler. Annemin kullandığı tekerlekli sandalye ile yürüteci de, Selanik’e indiğinizde görevliler size tekrar verecek dediler. Uçtuk…

Uçağın inip aprona park etmesinin ardından kapılar açıldı. Biz, önce uçağın boşalmasını ve daha sonra da bize yardım edilmesini bekledik.

Derken, kabin içine kabin için özel olarak üretilmiş dar bir tekerlekli sandalye ile Yunanlı Niko geldi.

O Türkçe, biz ise Yunanca bilmiyoruz!

Neyse ki, İngilizce ile anlaştık ve tanıştık. Gayet nazik, ciddiyetini daima koruyan bakışlarıyla, 35-40 yaşlarında bir Yunanlı…

Beraberce annemi oturduğu koltuktan kaldırıp tekerlekli sandalyeye oturttuk. Ondan sonra Niko her şeyi kendisine bırakmamı isteyerek sandalyenin iki çapraz emniyet kemerini dikkatlice annemin üzerinden bağladı ve boşluklarını da alarak gitmeye hazır hale getirdi.

Beraberce dar koridordan uçağın ön kısmına doğru ilerledik, sonra yolcuların çıktığı yönün tersinde bulunan çıkışa yöneldik ve buraya yanaştırılmış olan özel platforma bindik. Platformun içinde 3 adet tekerlekli sandalye ve üç adet de kabin içi dar tekerlekli sandalye özel sabitleyicileriyle platforma sabitlenmiş bir şekilde duruyordu. Platforma bindik, bizimle birlikte birkaç engelli turist daha bindi.

Biniş tamamlanınca platform hidrolik sistemle yer seviyesine yakın bir seviyeye indirildikten sonra, platformla birlikte hareket ettik ve bagaj alımı ve gümrük kontrolü giriş kapısının tam önünde durduk. Platform yer seviyesinde indirildikten sonra platformdan indik, bu arada her şeyi Niko yapıyor, bana pek fırsat bırakmıyordu.

Gelen yolcu kapısından beraberce geçtik ve pasaport kontrolüne geldik, güler yüzlü bir bayan polis kısa sürede işlemlerimizi yaptı ve pasaport kontrolünden geçtik. Henüz bagajlarımız bagaj bandına gelmemişti.

Bu arada Nikoya teşekkür edip onu göndereyim, ardından da annemi engelli tuvaletine götüreyim, sonrada bagajlarımızı alıp çıkayım diye düşündüm.

Bu nedenle de Nikoya teşekkür edip ayrılmak istedim. Fakat Niko son ana kadar bizimle birlikte olacağını henüz işlemlerin bitmediğini söyledi. Beraberce engelli tuvaletine gittik, Niko Bekledi… Çıktık bagajları bekledik, Niko bekledi… Bagajları aldık, Niko bana nereye gideceğimizi sordu ben de kız kardeşimin çıkışta bizi alacağını söyledim ve yine vedalaşmak istedim.

Niko, Hayır dedi.

Sizi kız kardeşinizle buluşturana kadar buradayım.

Beraberce gelen yolcu terminalinin önüne çıktık, yerimizi kız kardeşime tarif ettikten kısa bir süre sonra kız kardeşim ve eniştem bir araçla bulunduğumuz yere geldiler. Sarılma, kucaklaşma, hasret giderme ve yaşanan duygu yoğunluğu ile dolu anlardan sonra, Niko’ya çok teşekkür edip Havalimanından ayrılıyoruz.

Niko… Bu kısacık sürede tanıdığım kadarıyla içimdeki ön yargıların birçoğunu yerle bir eden, iyi ahlaklı insani yönü kuvvetli ve görev bilinci yüksek bir insan evladı… Niko bu nedenle seni hiç unutmadım ve burada da iyilikle yâd etmeyi bir vazife kabul ediyorum.

O gün İstanbul’dan Selanik’e erken saatlerde uçtuğumuz için, zamanımız vardı ve gün bizimdi. Yeğenlerim otelde kalmışlar, bizi karşılamaya ise kız kardeşimle eniştem gelmişlerdi. Havalimanından doğruca Selanik’e doğru gidiyoruz. Yol boyunca, Anadolu’ya benzer hafif engebeli bir arazi gözlemliyorum, ekim ve dikim yapılan birçok tarla var. En dikkatimi çeken şey ise, bu tarlaların içinde birbirinden uzakta birçok havuzlu ve villa tipi evin bulunmasıydı.

Derken Selanik’e giriyoruz. Kordon boyuyla, evleri ve havasıyla sanki bizim güzel İzmir’imizi andırıyor. Dar sokaklara sahip, otopark problemi de olan ve bizim İzmir’imizden sanki 40-50 yıl geride kalmış ama güzel bir şehir. Annemle eniştem şehri arabayla tur atarak gezerken, kız kardeşimle ben de kordonda iniyor ve yaya gezmeye başlıyoruz. Bu turalamanın ardından Mustafa Kemal’e misafir olacağız.

Kordonda kısa bir git-gel’den sonra Beyaz Kule’nin yanına geliyoruz. Bu kule aslında Kızıl Kule’dir, buraya Yunanlılar Beyaz Kule derler. Selanik’te Türk’ten arda kalan ender eserlerden birisidir ve hemen deniz kenarında yer alır. Kanuni Sultan Süleyman’ın inşa ettirdiği bu kule, dediklerine göre, 1’inci Balkan Savaşı sırasında, şehir el değiştirirken bu kalede o kadar çok Türk öldürülmüş ki, akan kanlarından burçları kızıla dönmüş. Daha sonra Yunanlılar burayı beyaza boyayarak bu kan izlerini kapatmaya çalışmışlar. Fakat Kule zaman içerisinde tekrar kızıla doğru dönmüş.

Her neyse kulenin yanına geliyoruz, küçük bir simitçi arabasıyla şu bizim bildiğimiz İzmir Gevreği türünde simitler satan yaşlı bir amaca ile karşılaşıyoruz. Tezgâhında çıtır simitler ve tezgâhın üstünde de asılı duran küçük bir Yunan bayrağı var. Bizim Türkçe konuştuğumuzu duyunca amca bize Türkçe olarak hoş geldiniz, nasılsınız, Selanik’imizi beğendiniz mi diye soruyor. Türkçeyi bizim ege şivesi ile o kadar güzel konuşuyor ki, kendisini bir Türk zannediyoruz ve Türk müsünüz diye soruyoruz. Adının Yorgo olduğunu öğrendiğimiz bu yaşlı amca “Hayır yavrum yalan söyleyemem bir Allah var, hepimizin Allahı; ben Yunan’ım, Büyükannem Ege mübadili, Büyükannem sizin oralardan gelmiş ben Türkçeyi ondan öğrendim, o hep Türkçe konuşurdu diyor. Hep birlikte hüzünleniyoruz. Tanıdık bir akrabamızı görmüş gibi yakınlaşıyor ve birlikte fotoğraflar çektiriyoruz.

Yorgo’nun yanından ayrıldıktan sonra hemen yanı başımızdaki Beyaz Kule’yi gezmek istiyoruz. Kişi başı 6 avro olan bileti alıyor ve Beyaz Kule’nin üst katlarına doğru ilerleyen kıvrımlı taş merdivenleri tırmanmaya başlıyoruz. Belli ki onarım görmüş ve muntazam hale getirilmiş bir yapı… Kulenin en üst katına çıkana kadar sanırım toplam altı kat vardı ve her katta sine vizyon gösterisi bulunmaktaydı. Türk izlerine dair neredeyse her şey silinmiş. Sine vizyon gösterilerinde bile yokuz. Katların sadece birinde Türk dönemine ait sadece bir adet tablo gördüm. Onda da pelerinli bir Türk subayı ve ardı sıra yeniçeriler ile şehrin diğer sakinleri görünüyordu. En üst kata çıktığımda ise manzara muhteşemdi. Yunanlılar istedikleri kadar Türk izlerini silsinler, işte Kule’nin kendisi işte dağ, toprak, deniz… İşte Selanik’teki Karamanlılar Mahallesi, işte mahalle aralarında Türkçe konuşan insanlar… Hepsi de biz Türk’üz diye haykırıyor.

Kuleyi gezmeyi bitirdikten sonra, Kule’ye yakın bir yerde olan Büyük Ayasofya Kilisesi veya 2. Murat Camisi de denilen mabedi geziyoruz. Yine Türk’ten eser yok.

Ardından bizim Süleyman Enişte arıyor. Arabayla şehri turlamaktan bıkmışlar. Yeter artık diyorlar. Neyse buluşuyoruz ve en çok istediğimiz ve bizi de en çok isteyen yere gidiyoruz. Mustafa Kemal’i fazla bekletmek olmaz. Doğruca Atatürk Evi’ne gidiyoruz. Atatürk’ün doğup büyüdüğü ev, şu anda Türkiye Selanik Başkonsolosluğu olarak da kullanılan küçük bir yerleşkenin içerisinde yer alıyoruz. Süleyman enişte bizi Başkonsolosluk binasının önünde indirdikten sonra, park yeri bulmak, arabayı park etmek ve tekrar bize katılmak üzere ayrılıyor. Daha önce de ifade ettiğim gibi Selanik araç parkı yönünden sıkıntılı bir şehir. Sokaklar dar ve araç park edecek yer yok, kiralanan veya yanlış yere park eden yabancı araçların polis tarafından plakaları sökülüyormuş. Bence dâhice, o cezayı ödemeden kimse ülkeyi terk edemez. Ayrıca gözlemlediğim kadarıyla, caddelerde bizdeki kadar lüks araç yok.

Konsolosluk binasının önünden dolanarak, bir zamanlar küçük Mustafa’nın oynayıp koşturduğu hafif yamaç olan Arnavut kaldırımı döşeli bir sokaktan yukarıya doğru çıkarak Atatürk Evi’nin giriş kapısına ulaşıyoruz. Orada bize Hoş geldiniz buyurun diyen tanıdık bir ses… Sanki kendi evimize girer gibi giriyoruz. Artık küçük Mustafa’nın oyunlar oynadığı küçük bahçedeyiz. Annemi Mustafa’ın da gölgesinde oturduğu bir ağacın altına tekerlekli sandalyesi ile birlikte bırakıyorum. Çünkü 3 kattan oluşan bu mütevazı ve güzel evin tekerlekli sandalye ile gezilmesi şansı yok. Bu nedenle annem bu küçük bahçede vakit geçirirken biz de evi geziyoruz. Evin korunmuş olması çok güzel fakat içi neredeyse bomboş. Bu nedenle olsa gerek, bana o eski günlerin havasını yaşatmaktan biraz uzakmış gibi geliyor. Aslına uygun çok güzel şeyler yapılabilir.

Biz evi geziyoruz, annem ise bahçede vakit geçiriyor, girip çıkanları izliyor. Evdeki gezimiz bitince hemen evin önündeki sokağa çıkalım ve oradaki kafe ve restoranlardan birinde bir şeyler yiyip içelim diyoruz. Sokağa çıktığımızda neredeyse herkesin Türkçe konuştuğunu fark ediyoruz. Buradaki kafe ve restoranlardaki garsonların neredeyse hepsi Türk veya Türkçe bilen personeller. Hoşumuza giden bir yerde oturuyoruz. Arka fonda Atatürk’ün evi var ve ben annemin çok beğendiğim aşağıdaki şu fotoğrafını çekiyorum. Oturuyoruz bir şeyler yiyip içiyoruz. Bize hizmet eden garsonun adı Hakan, biraz laflıyoruz. Çay 1 avro, kahve 3 avro, küçük bir yumurtalı pide 4 avro, 4 yıldızlı bir otelde açık büfe yemek kişi başı 15 avro civarı. Fakat benim gözlemlediğim burada içme suyu biraz sıkıntılı, hem pahalı hem de içme sularının ne yazık ki, hiç tadı tuzu yok.

Gezimizi tamamladıktan sonra, annemin yüzündeki mutlu ifadeyi görüyor ve Selanik’e yakın bir sahilde bulunan otelimize gidiyoruz. Yeğenlerle buluşmak harikaydı.

Otelimizin restoranındaki garsonların bir kısmı Türkçeyi biliyorlar. Bunlardan birisi de Türkçe konuştuğumuzu anlayınca gelip güzel Türkçesiyle bize hizmet eden güzel Maria’ydı. Maria güzel ve cana yakın bir kız, her yemek vaktinde kendisiyle sohbet etme imkânımız oldu. Türkçeyi nasıl öğrendiğini sorduğumda Türk dizilerinden dedi. Aynı şekilde otel odamızı temizlemeye gelen bayan görevliler de Türkçe biliyorlardı ve onlar da dizilerden öğrendiklerini söylüyorlardı. Gerçekten ilginç, burada Türkçe bilmek ve konuşmak onlar açısından afilli ve makbul bir şey… Tabi mutlu oluyoruz. Anlıyorum ki tarih, tarihin birikimi ve coğrafyanın kaderi illa ki kendini gösteriyor. Ertesi Akşam hep birlikte sahilde yürüyüşe çıkıyoruz, yürüyüş mesafesinde küçük bir sahil, balıkçı köyü var. Oradaki bir pizzacının kumsaldaki en güzel ve en romantik duran masasına oturuyoruz. Pizzalardan sonra üç büyük çay ve bir Yunan kahvesi istiyoruz, (Yunan kahvesi dediğime bakmayın, bildiğiniz Türk kahvesi işte) bu arada Pizzacının Türkçe bilen nazik patroniçesi ile de biraz muhabbet ediyoruz. Bu muhabbet ve yakınlaşmanın eseri olsa gerek, çayların ve kahvenin parasını bizden almayarak benim ikramım diyor. Üç gün boyunca Selanik’te yiyip içip eğlenip güzelce vakit geçirdikten sonra. Artık Stokolm’e gitme zamanıydı. Otelden ayrılırken garsonumuz Maria’nın “gitmeseniz abi” demesi çok hoşuma gitmişti.

İşlemlerimizi bitirip Selanik Havalimanında, uçağımızın kalkış saatini beklemeye başladık. Fakat bugün aynı zamanda yeğenim Furkan’ın doğum günüydü. Havalimanında ne yapabiliriz? Kız kardeşimle düşündük oradaki büfeden küçük bir pasta aldık, mum bulamadık, ağaçtan yapılmış karıştırma çubuğunu da mum yaparak, Furkan’a sürpriz doğum günü partisini terminalde yaptık. Herkesin yüzü gülüyor ve mutluluk gözlerden okunuyordu. Havalimanında yaptığım incelemede satıcılardaki yiyeceklerden Türkiye’deki helva’nın onlarda Halvas, Baklava’nın Baklavas, Kadaif’in Kataif, Lokum’un Lokumi ve birçok yiyeceğin adının hep aynı olduğunu gördüm.

Yunanistan’da bize çok yakın ve dostça davranılmasının yanında, hiç de dostça olmayan bazı şeyler de gördüm. Mesela Havalimanındaki bir kitapçıda gördüğüm “Memorabila Of The Balkan Wars” adlı kitapta resimler de kullanılarak açıkça Türk düşmanlığı yapılmaya ve aşılanmaya devam ediliyordu. Hasan Tahsin denilen hain Osmanlı Paşasının Selanik’i bir tek mermi atmadan teslim edişi ballandıra ballandıra anlatılırken, esir edilen Türk subaylarının acıklı halleri de ön plana çıkarılıyordu. En çirkini de “Bir fanatiğin nefret suçu” adı altında yayınlanan bir görsel çizimi idi. Bu çizimde, güya Yunanistan’daki Ellasona Hastanesinde yatan yaralı bir Türk’ün, kendisini pansuman eden Yunanlı bir hemşir’i arkasından hançerleyerek öldürmesi anlatılıyordu. Sanırım bizden çok kendi kahpeliklerini anlatıyorlar.

Soğuk ve yağışlı bir havada Stockholm Arlanda Havalimanına indik. Pasaport ve gümrük kontrollerinin ardından bizi almaya gelen araca binerek Stockholm’ün Tumba kırsalındaki kardeşimin evine gideceğiz. Yoldayız ve şiddetli bir yağış var. Bu arada büyük ablam bizi merak ettiği için aramış. Konuşsun diye anneme veriyorum. Ablam soruyor, nasıl güzel mi oralar beğendiniz mi? Annem cevap veriyor “ne güzeli, hey yer tufan, kış, kıyamet… Kış kardeşim lafa giriyor “fazla abartmasak mı acaba?”.

Fakat kısa süre sonra yağış kesiliyor ve yerini hafice serin ama güzel bir hava alıyor. Yol boyunca her yer yemyeşil… Lakin öyle vahşi yeşillik falan değil, peyzaj güzel, çimler biçilmiş, yol kenarında rastladığımız tek tük çiftliklerde, yeşillikler içindeki mutlu inekler… Sanki, cennetten bir köşe gibi. Derken Tumba’nın içine giriyoruz burası da yemyeşil bakımlı ve sakin bir kasaba… Refah düzeylerinin bize göre çok yüksek olduğu, neredeyse her şeyden anlaşılıyor. Burası yeşil çimenler, zümrüt ormanlar ve rengi hafif kahverengiye çalan göller ülkesi.

Kız kardeşimin evi iki katlı bahçeli ve çimenlikler içinde güzel bir yuva, beş dakika hangi tarafa yürüseniz güzel bir ormana giriyorsunuz. Ormanda blubery denilen güzel bir orman yemişi, yabani vişne, yabani kiraz ve adını bilmediğim daha farklı türlerde meyveler de var. Bir de ormanda yetişen mantarları var. Burada herkes, sarı ve kahveye çalan renkteki bu mantarları topluyorlar. Annem mutlu, kardeşim mutlu, yeğenler mutlu… İsveç kazan, biz kepçe misali gezdik. Kız kardeşimin küçük bahçesinde yetiştirdiği çilekler, marullar, domatesler ve daha birçok güzel yiyecekle kendimize ziyafetler çektik. Gerçekten çok güzel günler geçirdik. Ama nereden bilecektik ki, bunun Annemizle birlikte yaşadığımız son mutluluk olacağını.

İsveç’te vakit geçirdiğimiz sırada, sevgili eniştem ve yeğenlerimin de yardımıyla Tumba bölgesindeki şaman obolarını keşfetme ve inceleme, Upsala bölgesindeki ön Türk yazıtlarını ve Türk kurganlarını görme ve inceleme fırsatı da buldum. Dolu dolu ve mutlulukla bezenmiş günlerin ardından, biraz hüzünlü ve buruk duygularla ülkemize döndük. Kendisinin de isteği üzerine annemi, çok sevdiği Afyon’un Sandıklı İlçesi’nin Yavaşlar Köyü’ndeki evimize götürdüm. Evi için can atardı, en rahat, en mutlu ve en huzurlu olduğu yer orasıydı. Çünkü orada o bize değil, biz ona misafir gibi olurduk. Biz de sırf o mutlu olsun diye yaz boyunca kardeşler olarak onu yalnız bırakmazdık. Yaz boyu köyde bahçe işleriyle uğraşılır, bağ yapraklarından salamura, yetişen vişne, dut ve ayva gibi meyvelerden reçeller, domates biber ve fasulye gibi sebzelerden de turşular hazırlanırdı. Kurbanlar orada kesilir, bayramlarda misafirler burada ağırlanırdı. Ta ki havalar soğuyana ve ilk kırağılar toprağa düşene kadar böylece devam ederdi.

Ne olduysa köyümüze, evimize döndükten sonra oldu. Sevgili annemiz birden sararıp solmaya başladı, halsizleşti, daha bir düşkünleşti. İsveç’ten döndükten 25 gün sonra da asansörde gözümüzün önünde düşüp bir topuğunu kırdı. Ne yazık ki bu kaza başımıza gelecek olan kötü ve uğursuz olayların sadece bir başlangıcıydı. Tabi ki hepimiz onun için seferber olduk. Amacımız ayağını bir an önce iyileştirmek ve yine toprağa kırağı düştüğünde onu da alıp köyden ayrılmaktı. Kırılan ayağı tam iyileşmek üzereyken, başta astım olmak üzere diğer hastalıkları da nüksetmeye başladı ve durumu giderek ağırlaştı. Arada bir umutlansak da bu sevincimiz hiçbir zaman bir haftadan daha uzun sürmedi.

2024’ün Ağustos ayının 10’undan itibaren uçmağa vardığı 16 Ocak tarihine kadar tam beş ay boyunca üç veya dört kardeş hep yanındaydık. Gerek evimizde gerekse yoğun bakımlarda geçen uzun süreler boyunca onu hiç yalnız bırakmadık. Uzun bir zamanın ardından ilk defa, kardeşler olarak kışı hep bir arada Afyon’da geçirdik. Onunla birlikte güldük, onunla ağladık ve geceler boyunca onunla birlikte acılar çektik. Lakin gelin görün ki, kişioğlu ölümlü türetilmiş, zamanı ise yalnızca Tengri yaşarmış. Günü geldi görklü Tengri emanetini aldı ve yaşatmak için neyimiz varsa ortaya koyduğumuz, sevgili annemiz biliyorum ki cennete uçtu. Fakat hastalığı süresince aynı bir anaç tavuk gibi bütün yavrularını yanına topladı, onlara bir şeyler daha öğretti. Çok daha önemlisi hayat şartları nedeniyle birbirimizden biraz uzaklaşır gibi olmuş olan bizleri bir araya getirerek yeniden kaynaştırdı. Kardeş olmanın güzelliğini, kan ve gen bağının ulviyetini bizlere bir daha öğretti. O gittikten sonra bir aya yakın baba ocağını terk edip de kendi evlerimize gidemedik. Evet, şimdi O yok, ama bizler birbirimize şimdi çok daha yakın ve çok daha sağlam manevi bağlarla bağlıyız.

İşte şimdi sevgili annemiz, bizleri ölümünden sonra bir daha buluşturdu. İsveç’de yaşayan kardeşimiz Sibel’in teklifiyle, beş kardeşin beşi de işte bugün Evladı Fatihan’ın toprakları olan Saraybosna’dayız. Annemizi anmak ve onun anısını yaşatmak, birbirimizle dertleşmek, yaralarımızı sarmak ve biraz daha hasret girmek için bir aradayız.

Bundan sonra da bayramda, seyranda ve fırsat buldukça aynı kırlangıçlar gibi havalar ısındığında baba ocağının yolunu tutmaya ve o eski yuvaya konmaya çalışacağız. Artık o yuvanın bir ruhu olmasa da, hatıralarla teselli bulacağız. Biraz hüzün, biraz hasret, biraz gözyaşı, biraz dua, biraz muhabbet, biraz gülümseme… Hayat işe, yavru kırlangıçlar yuvalarını annelerini ve kardeşlerini unutmayacaklar.

Sevgili Annemiz, biz senden razıyız. Ulu Tengri de senden razı olsun, Tinin daima esenlik içinde olsun.

Teşekkürler Anne…

Yerin doldurulmaz.

Şimdi sizleri, Hatice adlı minik bir kız çocuğunun, heyecan ve gururla okuduğu, Cahit Sıtkı Gürler’e ait “ATA’M” adlı o güzel şiirle baş başa bırakıyorum.

ATAM

Cephelerde bir erdin,
Kendini yurda verdin.
Göğsünü Türklük için
Sınırlarda sen gerdin.

Güven olan bir baştın,
Aşılmaz dağlar aştın.
Yurt için, ulus için
Kahramanca savaştın.

Karlar içinde yattın.
Yurttan düşmanı attın.
Atam yokluk içinde,
Hür bir millet yarattın.

Devrimlerle nur oldun.
Türklüğe uğur oldun.
Bu milletin kalbinde,
Okşanan gurur oldun!

Şeref Ata, şan Ata;
Ata, kahraman Ata!
Ölmez eserlerinle
Kalplere yaslan Ata!

Bu yas çok koydu bize,
İşledi içimize…
Genç, ihtiyar her gün,
Bak Ağlaşıyor diz dize…

Başların tacı Ata,
Sen bize acı Ata,
Senin yüksek ruhuna;
Millet duacı Ata…

Ata imanda yaşar,
Kanda damarda taşar.
Bu atalar atası,
Gönülde canda yaşar.

Gönüllerde otağ ol.
Geçit vermez bir dağ ol.
Ey yaslı Türk Milleti!
Ata’n öldü sen sağ ol.

İLK YORUMU SİZ YAZIN

Hoş Geldiniz

Üye değilmisiniz? Kayıt Ol!

Hemen Hesabını Oluştur

Zaten bir hesabın mı var? Giriş Yap!

Şifrenizi mi Unuttunuz

Kullanıcı adınızı yada e-posta adresinizi aşağıya girdikten sonra mail adresinize yeni şifreniz gönderilecektir.